top of page

Musa’nın Firavunu Olmak: Hurley v. Eddingfield Davası

 

Yeryüzünden gökyüzüne, en derinden en yükseğe; vadilerden ırmaklara, en kudretlisinden en acizine ne makam ne mülk ne büyüklük ne güç hiçbir faniyi tanımayan gücün adıdır ölüm. İnsanlık tarihi boyunca pek çok meselenin peşinden koşmuş, zamana boyun eğdiren bir gelişim göstermiş çaba, umut ve istikrarın ürünü olmuştur. İnsanın bilmeye ve gelişmeye olan bu açlığının yenik düştüğü tek şey ölümdür. Erken dönem simyacılarından yeni yüzyıla ışık tutan rönesansa kadar ölüme boyun eğdirmenin bir çabası aranmış lakin insanın tüm arayışları sonuçsuz kalmıştır. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki ölüm, insandan üstündür. Bu doğrultuda ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgiyi tarihsel akış içerisinde inceleyelim.

Nil’in anası Mısır diyarına Hz. Musa ile Firavun’a uzanalım. Tanrının yer yüzündeki elçisi ve yer yüzünde kendini tanrı ilan edenin mücadelesine.  Bilindiği üzere Hz. Musa’nın Mısır Firavun’u ile olan kıssaları İslam tarihi başta olmak üzere tüm semavi dinlerde önemli bir yer tutmaktadır. Bu kıssalardan biri de Firavun’un Hz. Musa’nın tanrısının yaptığı gibi insanları öldürüp diriltebileceğini göstermeye çalışmasıdır. Firavun peygamberliğini ilan eden Hz. Musa’yı karşısına çağırmış ve Ona demiş ki; “Sen, ‘Ben Allah’ın elçisiyim’ diyorsun. Senin Allah’ın nedir ne yapar?” Musa Peygamber: “Allah insanlara can verir, can alır” diye cevap vermiş. Firavun gülerek, “Bende can verip can alırım” der ve hemen iki adamını çağırır. Bir adamına bir kese altın fırlatarak bu adamı öldür deyip ikinci adamı öldürtür. “Bak bir kuluma can verdim diğerinden ise canını aldım. Ben Allah’ım.” der. Musa Peygamber yerdeki cesedi göstererek: “Eğer Allah’san, can verebiliyorsan dirilt” der. Bu doğrultuda ifade etmek gerekir ki hiçbir insanoğlu ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi belirleme kudretine sahip değildir. Pek tabii hekimlerin yapmış olduğu cerrahi müdahaleler de bu duruma dahildir. Hiçbir hekim gerçekleştireceği tıbbi müdahale sonucunda hastanın yaşayacağını garanti edemeyeceği gibi bu bağlamın tam tersi olan ölümü de garanti edemez.

 

Peki böylesine bir garantinin verilemeyeceği de göz önünde bulundurularak yine de ölümle yaşam arasındaki bir insanın her ne olursa olsun bir doktor tarafından bu mücadele içerisinde tutulmaya çalışılması gerekmez midir? Ölümün karanlığıyla mücadele eden aydınlığın elçileri tabiplerin yaşamak için el uzatan bir kimsenin elini tutmaları ahlaki boyutta tartışılamayacak cevaplar içerse de doktorların hastaya bakma yükümlülüğü altında incelendiğinde hukuki olarak ne tür sonuçlar doğurmaktadır?

 

   Bu soruların cevaplarını vermek için Mısır diyarından 1901’e yeni dünya Amerika’ya uzanacağız. 6 Temmuz 1899’da Thomas Burk ve hamile eşi Charlotte Burk bayan Burk’un erken doğum sebebiyle aile hekimi olarak tanımladıkları Dr. Eddingfield ’in kapısına giderek Eddingfield’den tıbbi yardım talep etmiş lakin mahkeme kayıtlarına da düşüleceği ve mağdur Burk ailesinin de savunmasını bu yönde yapacağı üzere hiçbir ek işi veya uğraşı olmadan tamamıyla keyfi bir şekilde Burk ailesinin tıbbi yardım isteğini reddetmiş, müdahalenin zamanında yapılmaması sonucunda Bayan Burk ve bebeği meydana gelen komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Thomas Burk’un şikâyeti üzerine Indiana Yüksek Mahkemesi tarafından 1901’de görülen davada yüksek mahkeme doktor ve hasta ilişkisinin bir sözleşme kapsamında değerlendirerek hiçbir hekimin hekimlik lisansını alırken kendi rızası dışında bir sözleşme yapmaya zorlanamayacağına dikkat çekerek şok edici bir karara imza atmıştır. Önemli bir yenilik olan husus ise mahkemenin vermiş olduğu bu karar ile hasta hekim ilişkinin bir iş sözleşmesi çatısı altında değerlendirilmesi idi.

 

   Bu karar bağlamında Amerikan Hukuk sisteminde kabul edilen precedent-based legal system’in bir getirisi olarak mahkeme vermiş olduğu gerekçeli kararında hangi durumlar gerçekleşmiş olsaydı Burk ailesinin tazminat isteminin kabul edileceğini de belirtmiştir. Mahkemenin gerekçeli kararına göre hasta ve hekim arasında ele alınan sözleşme eğer ki bir sağlık sigortası kapsamında hekimi 7/24 bakım ve tedavi yükümlülüğü altına sokacak şekilde düzenlenmiş olsaydı Dr. Eddignfield’in tedaviyi reddetme istemi sözleşme yükümlülüklerine aykırılık teşkil edecekti.

 

  Bu davanın görülmesinden tam 72 sene sonra 1973’te imzalanan Hasta Hakları Bildirgesindeki hastanın tedaviyi ve hekimi seçme özgürlüğünün yanında hekimin hastasını seçme özgürlüğünün verilmesi, Amerika’da EMTALA hükümlerinin kabulüyle birlikte acil durumlarda hizmet verme zorunluluğunun ulusal bir kural haline gelmesi Hurley v Eddingfield davasının Hasta ve Hekim hakları tarihinde ne kadar önemli bir yer edindiğini göstermektedir.

 

Peki yine de hukuksal kimlik bir yana bırakılarak mesele ahlaki bir boyuttan incelenecek olsaydı kararın doğruluğu üzerindeki yorumumuz ne denli değişirdi sorusuna cevap verecek olur isek karşımıza doktorun gerçekten meşgul olduğu ihtimalinde de hastanın öleceği, doktorun müdahalesine rağmen hastanın yine öleceği gibi müdahale etmeme sonucunda ortaya çıkan sonuç ile aynı sonucu doğuran önermeler çıkmaktadır. Bu da bizlere göstermektedir ki ölüme karşı mücadele işin sonucundan çok yaşama ümidi üzerine oynanmış bir kumardan başka bir şey değildir. İnsanların ümitleri üzerinden oynanan bu yaşam kaygısı kişilerin vicdanına su serpiyor diye ölümün gerçekliğinin soğukluğundan kaçacak mıyız sorusu da kendimize sormamız gereken başka bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Bu dava teknik olarak getirmiş olduğu yeniliklerin yanı sıra pozitivist hukukun ne kadar ruh ve manevi değerlerden sıyrılmış makineleşmiş bir sistem olduğunu da göstermektedir. Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizginin ahlaki boyuttan arındırılarak sözleşme yükümlülükleri çatısı altında değerlendirilmesi şok etkisi yaratsa da yüzleşmemiz gereken gerçek tam olarak burada saklıdır. Hukukta konuşan vicdan değil, yasalardır.

 

Muhammet Efe YILMAZTÜRK

Comments


bottom of page